Connect with us

Bilim

İki Karanlık Savaşçı ‘Karanlık Madde ve Karanlık Enerji’

Dünyamızın evrenin merkezinde olduğunu düşündüğümüz zamanlar vardı. Bir asi çıkıp da bunun doğru olmadığını söyleyene kadar bunun doğruluğunu kimse tartışamazdı. Dinsel baskılar, maruz kalınacak işkenceler, cezalar insanların akıl çağına girmelerine en büyük engellerdi.

Yayınlandı

on

İki Karanlık Savaşçı  ‘Karanlık Madde ve Karanlık Enerji’

Dünyamızın evrenin merkezinde olduğunu düşündüğümüz zamanlar vardı. Bir asi çıkıp da bunun doğru olmadığını söyleyene kadar bunun doğruluğunu kimse tartışamazdı. Dinsel baskılar, maruz kalınacak işkenceler, cezalar insanların akıl çağına girmelerine en büyük engellerdi. İlk asi Kopernik, dünyanın düz olduğu düşünülen bir zamanda Güneş’in evrenin merkezinde olduğunu söyleyerek o zaman için devrimsel bir fikirle tüm algıyı dalga dalga değiştirmiştir. Gerçi günümüzde de dünyamızın düz olduğuna inanan bir çoğunluk bulunmaktadır fakat biz en azından bunu elimizdeki tüm bilimsel verilerle çürütebiliyoruz. Kopernik, bu düşüncesini ifşa etmesinin ardından bir yıl sonra eceliyle ölecek ve muhafazakarların gazabından kurtulmuş olacaktı.

Kopernik sonrası birkaç yüzyıl daha geçmesi gerekecekti, bilimin yerli yerine oturtulmaya başlaması için elbette. Newton gibi bilim insanlarının katkılarıyla ortalama bir gezengende yaşadığımızın koskoca bir evrenin küçük ve önemsiz bir parçası olduğumuzun düşüncesi kabul edilmeye başlanmıştır.

20.yüzyılın başında da başka galaksilerin olduğunu fark edecek, bağımsız evren modeliyle, evrenin bir merkezi olmadığını kavrayacak yönümüzü tamamıyla yepyeni bilimsel keşiflere çevirmiş olacaktık.

1998 yılında Tip Ia Süpernova isimli bir çalışma sayesinde, evrenin genişlediği bilgisinin ötesinde, genişlemenin de gittikçe hızlandığı ortaya çıkmıştır. Bütün bunları anlayabilmemiz için sormamız gereken bir soru var:

Madde Nasıl Ortaya Çıktı ?

Tüm evrendeki her şeyi oluşturan madde nereden ortaya çıkmıştır? Yıldız tozu nasıl oluştu?

Gördüğümüz her şeyin, göremediğimiz iki olgunun arasındaki savaştan çıktığını düşünüyor bilim insanları. Bunlar karanlık madde ve yeni keşfedilen karanlık enerji. İşte bu iki madde evreni birlikte yönetiyorlar. Ve bütün bunları daha iyi kavrayabilmek için 2001 yılında, WMEP isimli bir uydu uzay boşluğuna gönderildi. Bu uydunun amacı evrenin ilk ışığını yakalamaktı. Büyük Patlama’dan yaklaşık 380 bin yıl sonra ışık yayılabilecek yoğunluğa indiği andan itibaren oluşan ışıktı aranan. Büyük Patlama’ya da neden olan Kozmik Mikrodalga Arkaplan Işımasından bahsediyoruz.

Bu ışıma, tamamen tesadüf eseri, 1960’lı yıllarda, radyo sinyallerinde yakalananlar parazitler sayesinde, Arno Penzias ve Robert Wilson isimli iki astronom tarafından tespit edilen bu ışıma, Büyük Patlama’dan arda kalan bir mirastır.

1992 yılında NASA tarafından gönderilen COBE uydusu, bu ışımanın varlığını ilk kez kesin bir şekilde kanıtladı. 2001’de fırlatılan o uydu da dokuz yıl süren uzay boşluğundaki çalışması sonucunda evrenin bebeklik fotoğrafı denilen fotoğrafı ortaya çıkardı.

Üstteki bu fotoğraf evrenin doğuşunun imzasını taşır. Büyük patlamanın izidir. Bu farklı renk dizilimlerine bakan astronomlar, evrenin doğuşundan itibaren neler olduğunu, net bir şekilde görebilirler. Hatta evrenin yaşını da çok daha hassas bir şekilde hesaplayabiliyorlar: 13.7 milyar yıl. Bize sunduğu en önemli bilgi ise, evrenin yüzde 95’inden fazlası karanlık madde ve karanlık enerji dediğimiz iki olgu ile doluydu yani aklın sınırlarını zorlayan bir kuvvet ve madde ile kaplıydı.

Bu konuya nasıl vardıklarını anlamak için önce hızdan bahsetmemiz gerekir. Hepimiz biliyoruz ki Dünya’mız Güneş’in çevresinde saatte 1670 km. hızla dönmekte. Güneş sistemimiz ise Samanyolu galaksisinin etrafında yaklaşık saatte 800 bin km. hızla dönmekte. Fakat burada bir gariplik var: Güneş sistemimizdeki gezegenler Güneş’ten uzaklaştıkça dönüş hızları düşmekte ve daha yavaş dönmektedir. Bu mantıkla galaksi merkezinde dönen yıldızların da galaksi merkezine yaklaştıkça dönüş hızlarının düşmesi gerekir. Ama gariplik de işte tam burada başlar. Yıldızlar galaksi merkezinin neresinde olursa olsun uzaklaştıkça, daha yavaş dönmeleri beklenirken, neredeyse hepsi aynı hızla ya da bazıları daha büyük bir hızla dönmektedir.

Bu keşfi gerçekleştiren astronom Vera Rubin’in hikayesi de bir o kadar sıradışıdır. 1960 ve 1970’lerde her dalda olduğu gibi erkek egemenliğinin olduğu astronomide, çocukluğundan beri uzaya duyduğu hayranlığını mesleği olarak belirleyen Rubin, herkesin galaksilerin merkezine odaklandığı bir sırada galaksilerin dışındaki yıldızlara odaklanmıştır ve bu bize bu çılgın çıkarımı hediye etmiştir.

Adını belki de şimdi fark ettiğiniz bu isimsiz kahraman, açıklamasını çok mantıklı bir şekilde yapacaktı. Üstelik sırf kadın olduğu için Princeton Üniversite’ne kabul edilmeyen Vera Rubin’in, kendine göre tek açıklaması şu şekilde idi:

Andromeda bize en yakın galaksilerden biridir. Buradaki ışık huzmesinin dışındaki yıldızlar da merkeze yakınmış gibi hareket ederler. Burada ışık olmasa bile bir madde olmalıdır. Yani Vera’nın gözlemleri bize karanlık madde dediğimiz ama teleskopların yakalayamadığı bir maddeden oluşan bir halkanın içine gömülü olduğunu gösteriyordu. Galaksilerin boşlukta değil bu maddenin içinde hareket ettiklerini, galaksilerin kütlelerinin büyük kısmının bu maddenin oluşturduğunu fark ettik. Aslında gökyüzüne baktığımızda galaksinin minicik bir kısmına bakıyor oluyoruz.

Karanlık madde bildiğimiz hiçbir maddeye benzemez. Ve gördüğümüz hiçbir şeyde karanlık maddenin izine rastlanmaz. Bu nedenle de bu maddeyi ararken gerçekten de karanlık bir durumun içinde buluyor bilim insanları kendilerini. Ama karanlık maddenin olduğundan eminiz zira bunun temel nedenlerinden biri de yıldızların oluşumu. İlk başta yıldızların oluşması için hiçbir şart yokken nasıl oluşmuşlardır? Bunun cevabı WMEP haritasına da bakıldığında görülen bazı yerlerde karanlık maddenin yoğun olduğu yerlerde saklı. Bu yoğunluk karanlık maddenin kütle çekim etkisi ortaya çıkarmasına neden oluyor. İşte atomlar da bu noktalarda birleşerek yıldızları oluşturmuştur.

Karanlık maddeyi CERN’de bulmaya çalışıyoruz yani Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nda.

Gördüğümüz tüm maddeleri oluşturan fermiyon denilen parçacıklar ve bozonlardır. Bozonlar da fermiyonlar arasındaki güç alışverişini sağlayan parçacıklardır. Yani güçlü, zayıf ve manyetik üç kuvvet bozonlarla taşınır.

Fermiyon ya da bozon dediğimiz atomun çekirdeğinde bulunan proton ve nötronu oluşturan kuark ismindeki en temel parçacıkları da içerir. Kütlesi olan en küçük parçacıklar ise bu bildiğimiz kuarklardır.

Peki kütle nereden geliyor sorusunun cevabını Peter Higgs veriyor. Bu parçacıklar Higgs alanı denilen ve tüm evreni kapladığı düşünülen bir alanda hareket ediyor. Bu alan içinde parçacıklar yavaşlayarak bir kütleye sahip oluyor. Aksi halde ışık hızında hareket edecek ve her şey gibi enerjiye dönüşeceklerdir.

Higgs bunu 1960’larda öngörmüştür ve CERN’deki çarpıştırıcı sayesinde 2012 yılında Higgs bozonunun keşfedilmesiyle kanıtlanmıştır. Hatta Higgs bu sayede 2013 Nobel Fizik Ödülü’nün sahibi olacaktır.

Higgs bozonu denilen şey ise, bu her yeri kaplayan Higgs alanında oluşan dalgalar ile meydana gelen parçacıktır. Bu dalgaların oluşumunu sağlamak içinse bu parçacıkların çarpıştırılması gerekir. Bize kütlemizi kazandıran bu parçacığın diğer adı ise Tanrı parçacığıdır.

Fizikçilerin sevdiği ismi ile Higgs bozonu maddeleri bir arada tutan karanlık maddeyi açıklayabilecek bir portal olabilir. Henüz bu aşamaya gelinemedi ama çalışmalar büyük bir hızla devam etmektedir.

Karanlık maddenin bir düşmanı var. Astronomlar büyük galaksilerin, büyük patlamanın kalıntılarını çalışırken bir şey keşfediyor. Evren büyük patlama sonrasında beklendiği üzere 8 milyar yıl sonrasına kadar yavaşlayarak genişliyor. Hatta bu yavaşlamanın bir süre sonra duracağı ve büyük çöküş adı verilen bir olgu ile çökeceği düşünülüyordu. Ancak 8 milyar yıl sonrasında çok garip şeyler oluyor. Evrenin genişlemesi bir anda hızlanıyor. Bugün bilindiği kadarıyla da bu hızlanmanın daha da artması bekleniyor. Bugün evrenin yaklaşık saatte 240 km. hızla genişlediği düşünülüyor. Ve eldeki veriler, bunun sonsuza kadar süreceğini gösteriyor. Bu sıra dışı olayın sebebini bilmediğimizde dolayı ona karanlık enerji denilmekte. Karanlık maddenin evrenin yüzde 68’ini kapladığı düşünülüyor.

Karanlık madde ve karanlık enerjinin sonsuza kadar savaşlarının devam etmesini  tüm bu gelişmeleri kolay sindirebilmenizi diliyoruz.

Kaynak: Bebar Bilim

Pi Academic platformu olarak, yazar, editör ve diğer içerik üreticilerimizle sizler için ilgi çekici ve ilgiyle takip edebileceğiniz içerikler üretmekteyiz.

Hayata Pi Academic İle Bakın

Bilim

Savaş Sanatı ve Beyin

Yayınlandı

on

savaş sanatı ve beyin

Saldırı ve Tehlike ile Karşılaşınca Beyinde Ne Oluyor?

Günlük hayatta yaşadığımız temel problemlerden biri de korku, panik ve öfke psikolojisi yüzünden kontrol edemediğimiz davranışlarımızın bize olan olumsuz yansımalarıdır. Öyle ki, bu durum insanlarla olan ilişkilerimizi derinden etkileyerek yaşam kalitemizi bozmaktadır. Böylesi ciddi sorunları aşma konusunda yararlanabileceğimiz bir çok öğreti vardır. Bunlardan bir tanesi de, kişinin kendi korkuları ile yüzleşerek kendisinin farkına varmasını sağlayan savaş sanatı öğretisidir. Bu öğretide amaç herhangi bir sorunu dövüşerek ya da kavga ederek çözmek değil doğru bir enerjiyi devreye sokabileceğimiz bilinçli farkındalığımızı arttırmaktır. Elbette ki bu oldukça zor bir konu.

İnsanların tehlike, baskı, sözlü veya fiziksel bir tehditle karşılaştığında beyinlerinin korkuyu kontrol eden bölümü olan Amigdala uyarılır. Amigdala bedenin harekete geçmesi için Hipotalamusa sinyal gönderir ve Hipofiz bezi kortizol, adrenalin, nöradrenalin gibi stres hormonlarının salgısını başlatır. Sinirbilimde buna “HİPOFİZ-ADRENAL AKS (HPA) denir.

Sistem devreye girdiğinde;

Reaksiyon vermek için panik davranışları başlar; bu psikolojinin bozulması anlamına gelir. Dövüş sırasında daha çok ışık almak için göz bebekleri büyür; mücadelede daha hareketli ve güçlü olmak için kan iç organlardan çekilerek kaslara yönlendirilir; beden aşırı katı ve gergin duruma geçer; daha çok oksijen alabilmek için solunum sıklaşır. Bu da öfke, korku ve panik halinin artarak devam etmesi, saldırganlaşma dozunun yükselmesi demektir.

Biyolojik olarak insan beyni ve bedeni tehlike ve saldırılar karşısında kendisini savunmak için böyle hareket etmeye programlanmıştır. Bilimsel literatürde bu sisteme “Kaç Ya Da Savaş Tepkisi” denir.

Aslına bakarsanız bu, tekniği ve stratejisi olmayan, kazanmanın sadece fiziksel güçteki performansa bağlı olduğu ilkel bir savunma mekanizmasıdır. Klasik sokak kavgalarında (hayvanlar arasında da) yaşanan mücadelede bu mekanizma işler. Aynı zamanda otonom bir tepkidir. Yani korku tetiklendikten sonra biyolojik beden istemsiz olarak harekete geçer. Kavga ve sözlü tartışmalara girerken ve girdikten sonra kendimizi kaybedip ne yaptığımızın farkında olmamamızın nedeni de budur. Öyle ki, bu mekanizma yaşadığınız baskı ve tehlikenin büyüklüğüne göre karşınızdaki kişiye zarar vermeden sizi durdurmayabilir. İşte bu büyük bir problemdir çünkü kendimizi savunacağız derken sonradan pişmanlık duyacacağımız olumsuz sonuçları yaşamak zorunda kalabiliriz. Mesela karşımızdaki insana zarar verecek boyutta sözlü ve fiziksel davranışlarda bulunarak hiç yoktan yere adli bir olayın parçası olmak gibi. Sadece bu da değil tabii ki. İşin bir de vicdani sorumluluk tarafı olduğunu da unutmamak lazım. Sonuçta bir başka insana zarar vermek kendinizi kötü hissetmenize neden olabilir.

SAVAŞ SANATI ise bir savunma mekanizması olarak bu sistemden farklı prensiplerle çalışır. En başta bilinçli farkındalık, solunumda düzen, sakinlik, mantıklı hareket etme, stratejik düşünme esastır. Bunlar bize mücadele sırasında hem zihinsel hem de fiziksel anlamda ESNEKLİK kazandırır. Bu esneklik psikolojik açıdan doğru noktada durmayı, fiziksel açıdan da teknik becerilerimizi sergileyebilmemize olanak tanır. Çünkü “kaç ya da savaş tepkisi” ile salgılanan stres hormonları psikolojimizi bozduğu gibi, bedenimizi de aşırı derecede gerginleştirerek teknikleri istediğimiz rahatlıkta uygulayamaz hale gelmemize neden olur.

Savaş sanatında belirttiğimiz bu özellikler hiçbir canlıda doğuştan gelmez, ancak sonradan eğitimle kazanılır. Bu konuda da tüm canlılar içinde gelişmiş bir prefrontal kortekse sahip olan insan tektir, diyebiliriz. Prefrontal korteks; düşünme, düşündüğünün üzerine düşünebilme, geleceğe yönelik plan yapma becerisi, eğitim, farkındalık gibi özellikleri kontrol eden beyin bölgesidir.

İnsanı insan yapan bu özellik aynı zamanda SAVAŞI SANAT yapan özelliğin de ta kendisidir. Rakip ve düşmanlarına karşı avantaj yaratabilmek için zihnini ve bedenini eğitmenin önemini kavrayan insan SAVAŞI adeta SANAT haline dönüştürmüştür.

Tıpkı kaba bir taşın usta bir heykeltıraş tarafından yontularak biçim verilmesi gibi, dövüş sanatçıları da zihinlerini bir sanat eseri gibi yeniden inşa ederek kendilerini bu konuda geliştirmişlerdir. Aslında hepsinden daha önemlisi de, düşünen insanın SAVAŞ SANATI dediğimiz bu kavramla kendisini sorgulayarak korku ve saldırganlık üreten zihnini değiştirecek bilinçli bir farkındalığa ulaşmasıdır.

Naci Kesener

Savaş Sanatı Eğitmeni

nBeyin

Devamını oku

Bilim

Kırık Camlar Teorisi ve Sokak Dedektifliği: Toplumsal Sorumluluk Çağrısı

Yayınlandı

on

Kırık Camlar Teorisi, Amerikalı suç psikoloğu Philip Zimbardo’nun 1969 yılında yaptığı bir deneyden esinlenerek geliştirilmiş bir teoridir. Bu teori, küçük çaplı düzensizliklerin ve ihlallerin, daha büyük suçlara ve toplumsal bozulmalara yol açabileceğini savunur1Örneğin, terk edilmiş bir binanın camları kırıldığında ve tamir edilmediğinde, bu durum daha fazla vandalizme davetiye çıkarır ve sonunda bina tamamen harap olabilir2.

Bu teoriyi yaşadığımız toplum ve çevredeki aksaklıkları engellemek için kullanabiliriz. İşte burada sokak dedektifliği devreye giriyor. Sokak dedektifleri, mahallelerinde veya çevrelerinde meydana gelen küçük düzensizlikleri ve ihlalleri tespit ederek, bunların daha büyük sorunlara dönüşmesini engelleyebilirler. Bu, sadece suç oranlarını düşürmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal düzeni ve güvenliği de artırır.

Sokak Dedektifi Olmanın Önemi

  1. Erken Müdahale: Sokak dedektifleri, küçük çaplı düzensizlikleri ve ihlalleri erken aşamada tespit ederek, bunların daha büyük sorunlara dönüşmesini engelleyebilirler. Örneğin, bir parkta kırık bir bankın tamir edilmesi, vandalizmin önüne geçebilir.
  2. Toplumsal Bilinç ve Katılım: Sokak dedektifleri, toplumun diğer üyelerini de bu tür sorunlara karşı duyarlı hale getirir. Bu, toplumsal bilincin artmasına ve herkesin yaşadığı çevreye daha fazla özen göstermesine yol açar.
  3. Güvenli ve Temiz Çevre: Sokak dedektifleri, çevrelerindeki düzensizlikleri ve ihlalleri tespit ederek, yaşadıkları alanın daha güvenli ve temiz olmasını sağlarlar. Bu, hem fiziksel hem de psikolojik olarak toplumun genel refahını artırır.

Sosyal Sorumluluk Çağrısı

Hepimiz yaşadığımız çevrenin bir parçasıyız ve bu çevrenin düzenli, temiz ve güvenli olmasını sağlamak bizim sorumluluğumuzda. Sokak dedektifliği, bu sorumluluğu yerine getirmenin etkili bir yoludur. Her birimiz, çevremizdeki küçük düzensizlikleri ve ihlalleri tespit ederek, bunların daha büyük sorunlara dönüşmesini engelleyebiliriz. Bu, sadece kendi yaşam kalitemizi artırmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal düzeni ve güvenliği de sağlar.

Unutmayalım ki, küçük adımlar büyük değişimlere yol açar. Hep birlikte, yaşadığımız çevreyi daha iyi bir yer haline getirebiliriz. Sokak dedektifi olun, toplumsal sorumluluğunuzu yerine getirin ve çevrenizi koruyun!

1Kırık Camlar Teorisi – Vikipedi 2Kırık Camlar Teorisi Nedir? – WM Aracı

Devamını oku

Bilim

Özel Dedektiflik Eğitimi Kayıt İçin Acele Edin ;15 Ocak 2015

Yayınlandı

on

Bu özel Dedektiflik eğitimi ile İnsan davranışlarını analiz etme, iletişim kurma, ikna etme ve müzakere gibi sosyal becerilerin geliştirilmesini hedefliyoruz.Eğitim profesyoneller için ve kayıt sınırlıdır.

1. Sanal Gerçeklik Simülasyonları: Gerçek hayatta karşılaşabilecek zorlu senaryoları (takip edilme, gözetim altına alınma, bilgi toplama vb.) VR ile deneyimleyerek öğrencilerin pratik becerilerini geliştirmesi.

2. Yapay Zeka Destekli Eğitim: Öğrencilerin sorularını yanıtlayan, senaryolar oluşturan ve hatalarını tespit eden AI asistanları ile kişiselleştirilmiş öğrenme deneyimi sunulması.

3. Uluslararası İşbirliği: Farklı ülkelerdeki dedektiflik okullarıyla ortaklaşa eğitim programları düzenleyerek öğrencilerin küresel bakış açısı kazanması.

4. Cyber Dedektiflik Modülü: Artan siber suçlar karşısında öğrencilerin dijital izleri takip etme, veri analizi yapma ve siber güvenlik konularında uzmanlaşmasını sağlayan bir modül eklenmesi.

5. Sosyal Mühendislik Atölyeleri: İnsanları manipüle etme yöntemlerini öğrenerek öğrencilerin sosyal becerilerini güçlendirmesi ve karşı tarafı etkileme konusunda uzmanlaşması.

6. Gizli Dil ve Şifreleme Dersleri: Tarihte kullanılan gizli diller ve şifreleme yöntemlerini öğreterek öğrencilerin gizli mesajları çözme ve kendi şifrelerini oluşturma becerilerini geliştirmesi.

7. Beden Dili ve Mikro ifade Analizi: İnsanların bilinçaltı mesajlarını okuyarak doğrulama ve yalan tespiti konularında uzmanlaşmalarını sağlayan bir eğitim modülü.

8. Sahtekarlık ve Dolandırıcılık Eğitimi: Farklı dolandırıcılık yöntemlerini öğrenerek öğrencilerin bu tür suçlara karşı bilinçlenmesi ve önlem alması.

9. Hayatta Kalma Becerileri Eğitimi: Zorlu koşullarda hayatta kalma tekniklerini öğreterek öğrencilerin fiziksel ve zihinsel dayanıklılıklarını artırması.

10. Etik ve Hukuk Dersleri: Dedektiflik mesleğinin etik kurallarını ve yasal sınırlarını öğreterek öğrencilerin mesleki sorumluluklarının bilincinde olmasını sağlanması.

Dat Özel Dedektiflik Ümit Hakan Karakaya

Devamını oku

Trend Yazılar